26 Mart 2010 Cuma

SARAY,ŞİİR VE ŞAİR

ŞAİR


Osmanlı pâdişahlarının ilme, sanata; âlim ve sanatkârlara ne kadar değer verdiklerini târihten biliyoruz. Sultanlar ve pâdişâh namzedi şehzâdeler en zorlu durumlarda bile âlim ve sanatkârları yanlarından ayırmamışlardır. Has dairede sırdaşları, dertdaşları; karşılaştıkları bir sıkınıtıyı çözmek için istişare ettikleri müsteşarları hep bu ilim ve sanat adamlarından olmuştur. Saltanat sahipleri, savaş hazırlıkları ve plânları yaparlarken bile bu ehil insanların ilim ve şiir sohbetlerini ihmâl etmemişlerdir. En neşeli anlarında, en hüzünlü zamanlarında, içinden çıkılamayan, kördüğüm meseleleri çözen; en derin acıları tatlıya bağlayıp hazanı bahara çeviren “hem neşâtın hem de gamın rûzgârını gören” bu ulu kişiler hep yanlarındaydı.

Cem Sultan, ölümün nefesini ensesinde hissederken en büyük destekçilerinden, yardımcılarından biri şair Seferihhisarlı Haydar Çelebi olmuştur. Bu şair; onun defterdarı, yol arkadaşı ve dert ortağı,(1) “ sıkıntının en şiddetli olduğu zamanlarlarda onun acısını paylaşan, dertlerini unutturan dostu idi.”(2) Târihin en meşhur şehzâdesine, minik yavrusu Oğuz’un ölüm haberini getirdikleri anda, Fâtih’in küçük, fakat derdi büyük oğlu, gazellerindeki kadar derin gözyaşı deryâlarına dalıp dalıp çıkmıştır. Cem’i bu dertli ânında Haydar Çelebi, teselli ve teskin etmek için ona samimiyet özlü şiirleriyle, inci mercan sözleriyle, dil ilminin bütün inceliklerini kullanarak kim bilir ne diller dökmüştü. Kara gün dostu bilge şair Haydar Çelebî olmasa bu gözyaşı sultânının şiirleri, çağlayan gözyaşlarıyla beraber akan zamana karışıp gidecekti. Biz de ondan haberdâr olmayacaktık.

Sekiz yıllık saltanatı at üstünde geçen, üç kıtada “ Ezân-ı Muhammedî’nin şehbâl açması için” kâh “Karabulut” kâh “Akbulut” olup koşturan Sultan Selim,en meşgûl zamanlarında bile ilim, irfân sâhibi şairlerle sohbet etmeyi ihmâl etmemiş ve bu keyifli sohbetlerden aldığı zevk ve ilhamla şiir yazmaktan da geri durmamıştır.
Ne yazık Yavuz Sultan Selim’in şiirlerinin dili Farsça’dır. Milletimiz ona kendi dilinde şiir yazdırmayı arzulamış olmalı ki başka şairlere ait olan birçok Türkçe şiiri, Sultan Selîm’e isnâd etmiştir. Bu durumla ilgili olarak Sehî Bey:”Câhil insanlar ona Türkçe şiirler isnâd ederler, ama o aslâ Türkçe şiir söylememiştir, bütün şiirleri Farsçadır.(3)”der. Bu mevzû hakkında Lâtîfî de Sehî Bey’i destekler mâhiyette bilgiler verir. Sultan Selîm bahsinde, Selîmî’nin olmadığı hâlde ona isnât edilen birkaç beyiti de bizlerle paylaşır. (4)Hatta şair Neşrî’nin anlatıldığı bölümde, adı geçen bu şaire ait bir şiirin yanlışlıkla Sultan Selîm’inmiş gibi gösterildiğini dile getirerek sözü geçen şiirin beyitlerinden örnekler verir:

“Gözlerimden aktı deryâlar gibi yaşım benim
Dôstlar çok nesne gördü onmadık başım benim

Geçmek için seyl-i eşkimden hayâlin askeri
Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşım benim” (5)

Kınalızâde Hasan Çelebi’nin tezkiresinde de Sultan Selim ‘den uzun uzun bahsedilirken şiirlerinden seçilen beyitlerde Türkçe tek beyit yoktur.(6)

Bu mevzû da nerden çıktı denilebilir. Konunun dışına çıktığımın farkındayım. Fakat dillerde hatta kalemlerde Sultan Selîm-i Evvel imzâlı Türkçe şiirlerin hâlâ dolaşmasından ötürü bu konuya, karınca kararınca açıklık getirmek istedim.

Sultan Selim’in Kastamonulu âlim ve şair Halîmî’yle Trabzon’daki şehzâdeliğinde başlayan bir dostluğu vardır. “ Halîmî’yi savaşta ve barışta dert ortağı olarak seçmişti kendine.Cihân pâdişâhının bir şairle dillere düşen dostluğunu şairlerden şöyle dile getirmiştir:

Ol pâdişeh ki ism-i şerîfi Selîm ola
Lâyık budur musâhibi anın Halîm ola (7)

Sultân Selîm pâdişah olduğunda Halîmî Çelebi’yi sarayın bahçe kapısında karşılamış, hâlini hatırını sormuş, berâberce saraya girmişlerdir. Sultân Selîm, hürmet ettiği bu ilim ve sanat adamına : “Her ne kadar saltanata nâil olsak da dostlardan uzak kaldık.”(8) diyerek onun kendi indinde ne kadar değerli olduğunu anlatmıştır.

Şiirden çok iyi anlayan Kânûnî Sultan Süleyman, kendi devrinde Bâkî’yi en büyük şair kabul ettiği için onu her zaman koruyor, ona ihsanlarda bulunuyordu. Hattâ Rumeli kazaskeri Hâmit Efendi ,Bâkî’nin Silivri Medresesi’ne tâyinini usûllere muvâfık bulmadığı için bu atamanın icrâsında tereddüt göstermiştir. Fakat kesin emirlerle Bâkî ‘nin, Silivri Medresesi’ne tayini gerçekleşmiştir. (9) Sultan Süleymân’ın takdirlerini kazanmış genç bir şairin, teamüllerin hiçe sayılıp bir medreseye atanması, şiir sanatına verilen ehemmiyeti ve bu sanatın o devirde nelere kâdir olduğunu göstermesi bakımından çok mühimdir.

Osmanlı ailesinin mensupları, şairleri koruyup onlara her türlü imkânı sağladıkları ve bu söz ustalarının, kelime işçilerinin şiirlerini okumaktan ve dinlemekten hoşlandıkları gibi, şiir yazmakla da pek yakından ilgilenirlerdi. Dîvân şiirine saray şiiri denmesinin sebebi bu olsa gerek. Bin yıllık bir edebiyatı, Osmanlı coğrafyasına sıkıştırmak doğru değilken, birilerinin bu aşk ve gönül lisânını Topkapı Sarayı’na hapsetmeye çalışması(10) sarayın yolunu dahi bilmeyen, hayatında İstanbul’a hiç gelmemiş olan şairlere haksızlık olmaz mı?

Sehî Bey, tezkiresinde şair sultan olarak verdiği ilk pâdişah Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Sultan Mehmed evlâdı Sultan Murâd’dır. (11) Lâtîfî’ye göre de şiir söyleyen ilk padişah odur. (12).Kınalızâde, kitabına Sultan Murâd’la başlar. Daha ilk cümlede hânedândan şiirle, kendisine üstünlük verenin evvelâ Sultan Murâd olduğunu söyler.(13)

İkinci Murâd, geleceğin Fatih’i olacak oğlu Mehmed’in en iyi şekilde eğitilmesi için her türlü imkânı seferber etmiştir. Bu iyi tedrîsât neticesinde Fâtih Sultan Mehmed ,Avnî mahlâsıyla bir dîvân meydana getirecek kadar şiir yazabilmiştir.
Şiirin tadını alan, bu sanatın ilmine vâkıf olup bu edebiyatın gerekliliğine inanan Fatih’ten sonra, şiir mecbûriyet hâlini almış gibidir. Aruz vezni ile binâ edilen bu sanat, hânedan mensupları arasında su içmek, yemek yeme gibi zarûrî ihtiyaçlardan biri olmuştur.Şiir, hayatın öyle bir parçası olmuştur ki mektuplaşmalar bile şiir hâlini almıştır.Fâtih’in büyük oğlu Sultan Bayezid , kendisine baş kaldıran kardeşi Cem Sultan’a yazdığı manzum mektubu ve Cem’in verdiği cevabı, bu devrin tarihini anlatan kitaplarda görmek mümkündür.Sultan Bayezid,isyânkâr kardeşine şöyle seslenir:

“Çün rûz-ı ezel kısmet olınmış bize devlet
Takdîre rızâ virmeyesin buna sebeb ne
Haccü’l-Haremeynim diyü da’vâlar idersin
Ya saltanat-ı dünye içün bunca taleb ne”

Cem Sultan da Sultan Bayezid’e şöyle cevap verir:

“Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenem külhen-i mihnetde sebeb ne” (14)

Sultan Bayezid ile Cem Sultan arasındaki mücâdeleyi şu mısralar bizlere bütün canlılığıyla ve çıplaklığıyla gösteriyor.

Zaman geçtikçe şiir, hayâtın içinde daha aktif hâle gelir. Soru sormak için bile şiir tercih edilir. Takrîben üç bin gazeli bulunan, Zâtî’den sonra en çok gazel yazan (15) şairlerden olan Kânûnî Sultan Süleyman şiiri günlük konuşma dili hâline getirmiştir: Karıncaların istilâ ettiği bir ağacı, bu dur durak bilmeyen çalışkan böceklerden kurtarmak için Ebussuûd Efendi’den şöyle cevaz istemiştir:

“Dırahta ger zarâr itse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca”

Ebussuûd Efendi’nin cevâbı da aynı vezin ve kâfiyeyle olur:
“Yarın dîvânına Hakk’ın varınca
Süleyman’dan alır hakkın karınca” (16)

Konuşma üslûbuyla yazılan şiirler tarih boyunca devam edegelmiştir.
Meşhur mektuplardan biri de Bağdad’ı İranlılardan geri almak için Irak’a giden Hâfız Ahmed Paşa, başarılı olamayınca Dördüncü Murad’a gönderdiği mektuptur:

“Aldı etrâfı adüv imdâda asker yok mudur
Dîn yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur

Dergâhı Sultân Murâd’a nâmemiz îsâline
Bâd-ı sarsâr gibi bir çâpük kebûter yok mudur”

14-15 yaşındaki Dördüncü Murâd, aynı vezin ve kâfiye ile Hâfız Ahmed Paşa’ya cevap yazar:

Hâfızâ Bağdad’da imdâd etmeye er yok mudur
Bizden istimdâd idersin sende asker yok mudur

Düşmeni mat etmeye ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmaya yer yok mudur (17)


Yukarıda söylendiği gibi Fatih Sultan Mehmet’ten sonra şiir; pâdişahların, şehzâdelerin hatta okuyup yazan herkesin olmazsa olmaz meşgûliyetlerinden biri olmuştur. Fâtih, devlet büyüyüp zenginleştikçe yakın ya da uzak devletlerdeki ilim, sanat ve gönül adamlarını İstanbul’a davet ediyordu. Bu vesîleyle ilim gelişiyor, İlim geliştikçe de şiir sanatımız da inkişâf ediyordu. Çünkü bahis mevzû olan ilim, fikir ve zikir sâhibi insanlar, şiir yazıyordu. Onlar bin bir zahmet ve emekle gece yarılarına kadar kafa patlatıp kaleme aldıkları beyitleri ilim temelleri üzerine binâ ediyorlardı. Bu da sanatı ilmîleştirmiştir. Şiir sanatının gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biri olan Fuzûli ,dîvânının önsözünde “İlimsiz şiir, esâsı yok dîvâr gibi olur.Ve esâssız dîvâr gâyet de bî-i’tibâr olur. (18)” diyerek bu sanatın özünde ilim olduğu söylemiştir.


Bizler bugün birçok devlet adamını şairlik yönüyle biliyor ve anıyoruz. Sultânü’ş-Şuârâ Bâkî devletin yargı mensuplarından idi. Bizler onu nasıl bir kazasker olduğuyla değil, şairliğinin büyüklüğü ile biliyoruz. Bâkî nasıl bir kazaskerdi? Dâvâları nasıl çözerdi? Mahkemede adam kayırır mı idi? Suçluları suçsuz gösterip mâsum insanlara cezâ keser miydi? Bunlarla ilgilenmiyoruz. Biz adı bu gökkubede “bir hoş sedâ olarak Bâkî kalan” söz sultânı ile alakadar oluyoruz. Vefat edip cenâzesi Fâtih Câmi’inde musallâ taşına konduğunda cenâze namazını kıldırıan Şeyhülislâm Sun’ullâh Efendi, Bâkî’nin :
“Kadrini seng-i musâllâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf”
beyitini okudu. (19) Şeyhülislâm; kazasker Bâkî’nin değil,Sultânü’ş-Şuârâ Bâkî’nin cenâze namazını kıldırmış,onun ardından gözyaşı dökmüştür. Halk, omuzlarda asık suratlı bir bürokratın değil,gönüllere ferahlık veren, güneş yüzlü,sünbül kokulu büyük bir şârinin tabutunu taşımıştır.

Kemal Paşa-zâde’nin sipâhî iken ilmiye sınıfına geçmesi, ilm ve sanata ne kadar değer verildiğine , Osmanlı Devleti’nin o devirde neden dünyanın en büyük güç olduğuna delâlet eder .
“Kemal Paşa-zâde 1492 yılında ikinci vezir Çandarlı Halil Paşa oğlu İbrâhim Paşa kumandasında Arnavutluk seferine genç bir sipahi olarak katılmıştır. Ordu Flibe’ye geldiğinde ,İbrâhim Paşa ,dîvânı toplantıya çağırmıştır.Dîvânda ileri gelen komutanlar toplanmış,herkes,protokol gereği,yerli yerince oturmuştu.O sırada içeriye ilmiyye kıyafeti ile bir şahıs girmiş,herkes vezirin huzûrunda ayağa kalkıp ona yer vermişlerdir.O da geçip ünlü kumandan Evrenosoğlu Ahmed Bey’in üstündeki yere oturmuştur.Bu zat günlük 30 akçe ile Flibe’de müderris olan Molla Lütfi-i Tokâdî imiş.Kemal Paşa-zâde bu müderrisin beyler üzerine geçirilip oturtulmasına çok şaşırmıştı.Kemal Paşa-zâde askerliği bırakıp Edirne Dârü’l-Hadisi’ne tayin olunan Molla Lütfü’nin derslerine başlamıştı.” (10) Osmanlı Devleti’ninin uzun ömürlü olmasının sebebi işte bu idi.Gücünü ilim ve sanattan alan bir devlet hem gücünü hem de ;halkı hangi dîne,mezhebe ve millete mensûb olursa olsun ,sevgisini kaybetmez.Halkı tarafından sevilen ve halkının hayır duasını alan bir devleti dünyadaki hiçbir güç yıkamaz.Çünkü halkın sevgisi Hakk’ın sevgisidir.Osmanlı Devleti,kalemi kılıçtan üstün tutan zihniyet sâyesinde dünyanın en büyük gücü olmuştu.Kılıç tutanın,kalem tutandan üstün tutulmasından sonra Osmanlı yerinde saymış ve hızla gerilemeye başlamıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi 16.asır şairi Zâtî’den sonra en çok gazel yazan şairleren biri Muhibbî mahlâsıyla şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman’dır.İlk öğrenimini Trabzon’da tamamlayan Sultan Süleyman,on beş yaşında Karahisar sancakbyeyi,daha sonra Bolu sancakbeyi olmuş ve oradan Kefe sancakbeyliğine tayin olunmuştur. (11)



Sultan Üçüncü Selîm,Şeyh Gâlib’in dizine başını yaslayıp ondan şiirler dinlediği,Dede Efendi’nin dizine başını koyup onun besteleriyle cennetlerlde gezindiği hep anlatılır.






Kılıç tutmayı öğrenen eller, kalem tutmayı da öğrenmek zorundaydı. Kalem tutmayı bilmeyen bir el, kılıcı ne kadar iyi sallarsa sallasın yarınlara kalamaz. Nice kumandanlar, devlet adamları vardır ki devirlerinin gönüllere korku salan kahramanlarıdır. Kim bilir ne kahramanlıklar, fedâkârlıklar yapmışlardır. Fakat onların yaptıklarını anlatan bir sanatkâr olmadığı için onların adları günümüze gelmemiş,târihin karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmişlerdir. “Kalem tutan ellere kurban olup” kendisi de kalem tutanlar,bugünlere geldiği gibi yarınlara da gideceklerdir.Onlar çok iyi biliyorlardı ki kalemin mürekkebi siyah olsa da; kalem,zifiri karanlıklara kafa tutan bir güneştir.








_______________________________________________________________________________

1- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.231.
2- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.313
3- Sehî Bey ,Heşt Behişt ,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1980,s.50.
4- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.79.
5- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.342.
6- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.207.
7-Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.84-94.
8- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.307-308
9-Prof.Dr.Köprülüzâde Mehmet Fuat,Eski Şairlerimiz Divan Şiiri Antolojisi,Muallim Ahmet Hâlit Kütüphânesi,İstanbul 1934.s.259-260
10-Ömer Salman, Divan Şiiri ve Kırılası Ön Yargı,Fatih Davutpaşa Lisesi Yordam Dergisi 2.Sayı,istanbul,2009.
11-Sehî Bey ,Heşt Behişt ,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1980,s.43
12- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.68.
13- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.70
14-Dr.Halil ERSOYLU,Cem Sultan’ın Türkçe Dîvânı 1.Cilt,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1981,s.20.
15- Prof.Dr.Mine MENGİ,Esti Türk Edebiyatı Tarihi,Akçağ ,Ankara 1997.s.168.
16-Prof.Dr.Âmil ÇELEBİOĞLU,Kânûnî Sultan Süleymân Devri Türk Edebiyatı,MEB,İstanbul 1994
17-Hilmi YÜCEBAŞ,Hiciv ve Mîzah Edebiyatı Antolojisi,Milliyet Dağıtım,İstanbul 1976
18-Fuzûlî,Külliyât-ı Dîvân-ı Fuzûlî,Ahter Matbaası,20 Rebi’ü’s-sânî 1308,s.5.
19- Prof.Dr.Köprülüzâde Mehmet Fuat,Eski Şairlerimiz Divan Şiiri Antolojisi,Muallim Ahmet Hâlit Kütüphânesi,İstanbul 1934.s.264-265


10-Prof.Dr.Ahmet UĞUR,Kemal Paşa-Zâde-İbn-Kemâl,Milli Eğitim Basım Evi,Ankara 1996.s.11.
11-Doç.Dr.Coşkun AK,Muhibbî Dîvânı,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987,s.1.

Hiç yorum yok: