5 Şubat 2011 Cumartesi

NEFRET

Yıllardır gençleri gözlüyorum. Birçoğu nefretle bakıyor kendileri gibi düşünmeyenlere. Ellerinde imkân olsa bir kaşık suda boğacak düşman belledikleri insanları. Kendileri gibi yaşamayanlar ölmeli, gebermeli. Onların yaşamaya hakları olamamalı. Onlar öldürülürse kabahat olmaz, suç olmaz hatta cinayet olmaz. Ancak ve ancak dünya bir pislikten temizlenmiş olur. Ne yazık ki böyle düşünüyorlar, maalesef böyle söylüyorlar, daha doğrusu böyle haykırıyorlar.

Kimi gençlerimiz “Bu dünya bizim; bu küre, bizim etrafımızda dönüyor.” zannıyla birtakım boş hayallerin peşinde koşturuyorlar. Sorsan; sevgi için, barış için, hürriyet için var olduklarını söylüyorlar. Ama birilerine saldırmayı, gece gündüz onlara hakaret etmeyi marifet sanıp ideolojik uyuzlarını kaşım kaşım kaşıyorlar. Kendin gibi hayata bakmayanlara nefretle bakmak mıdır sevgi? Barış içinde yaşamak, gündüz gece kalbinde nefret tohumlarını yeşertmek midir? “ Ben istediğimi yaparım, düşüncemi söylerim, başkası söyleyemez!” Bu mudur sevgi, bu mudur barış, bu mudur hürriyet?

Modern dünyanın düşünce akımlarında insanın kendini sorgulaması diye bir şey yok. Zaten bu cereyanlar, seni sana bırakmıyor. “Sen fikir sahibi olamazsın, ben senin yerine düşünüyorum. Kimleri seveceğine, kimlerden nefret edeceğine ben karar veririm.” diyor. Maalesef gençliğimiz içinde böyle birilerinin emir eri olmuş çok kişi var. Kime neden nefret duyduklarının farkında bile değiller. Çünkü düşünmekten korkuyorlar, daha doğrusu “Düşünürseniz sizi öcüler ham yapar!” denilerek korkutulmuşlar. İnsan şunu düşünebilmeli : “Eğer kendisi gibi düşünmeyene nefretle bakıyorsa, bilsin ki birileri tarafından yönlendirilmektedir!”

Beş parmağın beşi bir değil, demiş dedelerimiz. Ben de diyorum ki o farklı beş parmağı bir araya getirdiğinde yumruk olur, güç olur. Neden farklılıklardan korkulur? Neden başkalarına nefretle bakılır? Nefret etmek mi istiyoruz? Namussuzdan nefret edelim! Hortumculardan, milletin malını çalanlardan nefret edelim! Tüyü bitmedik yetimin hakkını utanmadan yiyenlerden, insanları yürüyen banknotlar olarak görenlerden nefret edelim!

Bir şey hakkında hüküm vermeden önce bir az düşünelim. Karşı tarafı tanıyalım, bilelim.
“Vur, ama önce dinle.” Demişler. Dinlemeden, düşünmeden, insanları kafamızdaki nefret darağacında idam etmeyelim.

İNTERNET KÜTÜPHANESİ

İnternet, bilgiye ulaşmanın en kolay yoludur. Bilgi madeni, bilgi kaynağı olması gereken üniversiteler bu geniş ağ üzerinden vatandaşa istediği bilgiye en kolay şekilde ulaşabilmesi için birtakım imkânlar sağlamalıdır. Türkiye’deki üniversiteler içinde böyle bir güzellik sağlayan üniversite var mı? Ne yazı ki ben böyle bir şey görmedim. Bırakın internet sitesini, bizim üniversitelerin kütüphanelerine gittiğinizde bile bir kitaba ulaşmak için bin türlü sıkıntı çekiyorsunuz. Surat asma yarışmasında birinci olmuş şahısları kütüphane memurları kadrosuna transfer etme âdeti bizim memleketin en bilindik saçmalıklarından biridir ki üniversitelerimiz de buna ayak uydurmuştur.

Üniversitelerimizin internet siteleri personel tanıtmaktan, imtihan tarihlerini bildirtmekten ve harç ücretlerinin ne kadar olduğunu göstermekten başka bir işe yaramıyor. Ne bir makale ne de bir tez vardır bu göstermelik sitelerde. Gerçeği söylemek gerekirse bizim üniversitelerimizin web siteleri üfürükten şeylerle doludur. Bir ilköğretim okulunun veya bir lisenin web sitesinden hiç ama hiç farkları yoktur.
Türkiye’nin anlı şanlı üniversitelerinin anlı şanlı profesörlerine yanlış bilmiyorsam Toronto Üniversitesi’e ait olan www.archive.org sitesinde bir milyondan fazla dijital kitap hiçbir kâr amacı güdülmeden paylaşımı yapılıyor. Tokyo Üniversitesi’ne ait http://www.tufs.ac.jp/english/ sitede de Hakkı Tarık Us’un meydana getirdiği gazete ve dergi arşivi ücretsiz meraklısının hizmetine sunulmuştur. Darısı bizim üniversitelerin başına!

YENİ BİR KEMİRGEN

Geçen yıldan beri öğrenciler arasında tırnak yiyenlerin sayısında bir artış gördüm. Sadece öğrenciler mi? Hayır. Esnaf, memur, polis, şoför, öğretmen, sokaktaki vatandaş... Yani toplumun her kesiminden, her türlü meslek grubundan insanların tırnak yediklerine şahit oluyorum.
Hangi sınıfın dersine girsem, en az on öğrencinin tırnaklarını kemirdiklerini ister istemez görüyorum. Şöyle böyle değil, adam akıllı tırnaklarına abanıyorlar. Kemirdiği tırnağın öbür ucuna ulaşabilmek için boynunu büküyor, sağa sola çeviriyor; çenesini oynatarak kesici dişlerini hedefe ulaştırmaya çalışıyor. Mide bulandırıcı bir sahne.
Maalesef her sınıfta, yukarıda söylediğim gibi en az on öğrenci tırnak yiyor. Kibarca uyardığımda: “Hocam, ben tırnağımı yemiyorum, parmağımdaki et parçalarını kemiriyorum.” diyorlar. İstisnasız bütün uyarılarımda aldığım cevap aynı. Özrü kabahatinden beter sözü tırnak kemirenler için mi söylenmiş ne? O daha kötü.
Tırnak yemenin birtakım sebepleri olduğu söyleniyor, en başta kendine güvensizliğin tırnak yemeye sebep olduğunu yıllardır söylüyorlar. Doğru mu değil mi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki bu işten en kârlı çıkacak olanlar, bu hastalığa çare aramayan doktorlar olacaktır…

ALMANCILAR

Türkiye’den Almanya’ya gidip orada yerleşen vatandaşlarımıza Almancı denirdi. Yaz aylarında dağ taş, dere tepe Almancı arabalarıyla dolar taşardı. Hemen hemen her sokakta bir Almancı arabası görmek mümkündü. Almancıların silik akrabaları, Berlin’den, Münih’ten, Dortmunt’tan gelen arabanın etrafında tavuklarına hâkimiyet taslayan bir horoz edasıyla dolaşır, hayatlarında Anadol ve Murat 131’den başka araba görmemiş gariban kenar mahalle çocuklarından arabanın hız göstergesine bakmak isteyenlere engel olarak onlara üstünlük kurmanın gururunu yaşarlardı.
Gurbetçi de denilen Almancı aileler, Almanya’dan tatil için Türkiye’ye geldiklerinde bütün herkes, bavulların ağırlığıyla yere yapışmak üzere olan arabalarının etrafında kümelenir, ulaşılması mümkün olmayan hayallerle dolu Almancı valizlerini, çantalarını Almancıların evlerine taşımak için can atarlardı. Çünkü yardımcı olan herkese çikolata, şeker ya da jelibon verirlerdi.
Giydikleri, yedikleri, yaptıkları bizlere çok farklı gelirdi. Arabaları bizler için hayal ötesi bir şeydi. Sokakta, yolda, otobanda hep Almancı arabaları parmakla gösterilirdi. Giydikleri eski elbiseleri eşe dosta: “Bunu bir dene, üstüne uyarsa, senin olsun.” derledi. Tereddütsüz : “Bana uyar bu.” denir ve Almancıların eskileri sırta geçirilerek hava atılırdı. Hele hele cırt cırtlı bir Almancı spor ayakkabısı ayağına uydurmuşsan, senden havalısı yoktu.

Aradan yıllar geçti. Yaz aylarında Türkiye’ye yine binlerce arabalı Almancı geliyor. Eskiden göz kamaştıran Almancı arabaları, göz almaz oldu. Artık gözümüze yorgun görünen Almancı arabaları bizim yollarımızdaki arabalar yanında pek sönük, pek cılız kalıyor. Hiç kimse de: “Almancılar gelse de bavullarını taşısak.” diye yol gözlemiyor, Almancıların eskilerini giymek için de can atmıyor. Çünkü insanımızın üstünde bayramdan kalan değil, daha dün aldığı kıyafetler var. Anlaşılan o ki çok şeyler değişmiş. Değişen ne acaba?