29 Mart 2010 Pazartesi

Ya Nâmuslu Ya Nâmussuz!

Siyasetle miyaset bana çok uzak olur
Rüşvetçinin sözleri anladım tuzak olur

Kaçacak yer kalmazsa, siyasi iftirâ at
Ne yaparsan yap hırsız, yüz bin kere çamur at

Duymayanlar işitsin, fikirlerle işim yok!
Farklı görüş kazançtır, benim böyle dostum çok!

Sağda solda konuşur, ağzından lağım saçar;
Rüşvete düşman oldum, siyaset deyip kaçar!

İnsanları ikiye şöyle ayırdım, bilin:
Nâmusluyla nâmussuz! Ayrımı olmaz fikrin!

Sünnî'yim, Alevî'yim;hem sağcıyım hem solcu;
Değil miyiz hepimiz çileli yolda yolcu?

Kimseyi benim gibi düşünmeye zorlamam
Bütün gençler şâhittir, hiçkimseyi horlamam!

Aylık gelir düşünce saldırmaya başladı;
Boş sözlerle saldırıp gûyâ beni taşladı!

Efendim ben siyasi görüşümden ötürü
Hırsızlara etmişim beyit beyit küfürü!

Yalan dolan laflara sakın ha inanmayın!
Kalpazanların sahte sözlerine kanmayın!

Her düşünce kâr bana, fikri olan yâr bana;
Rüşvetçi uzak dursun, yanları mezar bana!

Siyâsetten bana ne alnınızda kir olsun
Her an derim insanlar bin fikre esir olsun

Tekrar tekrar söylerim, bin farklı fikir olsun!
Yeter ki insanımız dürüstlükte bir olsun!

28 Mart 2010 Pazar

Nasılsan Öyle Yönetilirsin!

Ey genç, sen nasıl isen öyle yönetilirsin!
Hakkını aramazsan; susarım, sen bilirsin!

Zorbalık yapanlara ses çıkarmıyorsunuz;
Zalimden hiçbir zaman hesap sormuyorsunuz!

Hâlinden memnun musun; huzurlu, mutlu musun?
Geleceğin parlak mı, bundan umutlu musun?

Sen buna lâyık mısın, bilmem ki ayık mısın?
Milletin malı deniz, yoksa sen kayık mısın?

Seni tehdit edeni şikayet etmez misin?
Doğru yolda, hak yolda kardeşim gitmez misin?

İki kuruş bastırıp iki nota tav olma!
Ağzı kanlı leş kokan sırtlanlara av olma!

Neden sus pus durursun, kalmaktan mı korkarsın?
Gerekeni yapmazsan onlar gibi kokarsın!

Etmeyin, eylemeyin;yanlış yolda gitmeyin;
Vampirler sofrasına kendinizi itmeyin!

Seni para görene haddini bildirsene;
Doymak nedir bilmiyor, kan emicidir kene!



Haksızlıktan menunsan diyecek söz bulamam;
Sizin için ben artık saçlarımı yolamam!

Sizin için ben yandım, o yandı da bu yandı;
Çevremdeki bir dünya pisliklere boyandı!

Canım sıkıldı benim, bu iş burda sulandı;
Utanmazlar yüzünden artık midem bulandı!

Alanlarla satanlar memnun ise durumdan;
Bin bir anlam çıkarmak gerekir bu durumdan!

Demek bize gerek yok, biz gidelim buradan!
Zaten hırsız istiyor, çekilelim aradan!

Kime lâyık iseniz onlar sizinle olsun;
Rüşvetçiye dur diyen, bu ilkbaharda solsun!

Bunu normal görürsen, artık ben de susarım;
Feysbuk'tan hırsızların suratına kusarım!

Hırsızları alın da başlarınıza çalın;
Rüşvetçiyle baş başa, hem de yüz yüze kalın!


Demek size rüşvetçi, hırsız müstehak imiş;
Kaz bilip sizi yolmak ne diyeyim hak imiş!

Rüşvetçi sizin olsun, tâcizci sizin olsun;
Bize bir yol görünsün, söyleyen tâyin olsun!

26 Mart 2010 Cuma

BAL TUTAN PARMAĞINI YALAMASIN!

Atasözleri ekseriyetle iyiliği tavsiye eder. Ama bazı istisna atasözleri de yok değil : “Bal tutan parmağını yalar.” Sık sık dillendirdiğimiz bu söz, hırsızlığı öğütlüyor, hatta körüklüyor: “ Bulunduğun makamı, menfaatin için kullan! Devletin malını yiyip domuzlaş! Kul hakkını gasp et, canavarlaş! Ailenin, yakınlarının bütün ihtiyaçlarını bulunduğun makamı kullanarak karşıla! Ye, iç, keyfine bak; sıkıntı içinde yaşayan halkın parasıyla lüks içinde yaşa. Boş ver, bir şey olmaz. Balı sen tuttun, parmağını tabi ki sen yalayacaksın; köşeyi sen kaptın, elbette çalacaksın!
Eğer “bal tutulan parmağı yalamayı, yani her türlü hırsızlığı tavsiye eden bu söze uymuş olsaydım, öğretmen olarak insanlığımı bir kenara bırakıp öğrencileri üç kuruşluk menfaat için kullanmam gerekirdi. Açacağım kursa zor ve baskıyla öğrenci pompalamam icap ederdi. Telefonla özel ders pazarlığı yapıp geçme hakkı elde edememiş öğrenciyi para karşılığında geçirmeliydim... İnanıyorum ki göğsünün içinde kalp ve o kalbinin içinde de vicdan taşıyan hiçbir insan böyle alçakça bir yolu izlemez. Filmlerden çok iyi tanıdığımız, Erol Taş’ın, Bilal İnci ya da Hayati Hamzaoğlu’nun canlandırdığı kötü bir insanın ağzından çıktığı belli olan bu rüşvetçi atasözü, ne zaman kullanımdan düşerse işte o zaman hayatımızda rüşvet ve haksız kazanç diye bir şey kalmaz. Bu söz yaşadıkça rüşvetçiler ve makam sahibi hırsızlar da yaşayacaktır.

CİLLOP GİBİ

Sıkça kullandığımız bir halk tabiri vardır: Cillop gibi. Bu deyimi daha çok, kahkahaların gökyüzüne taştığı muhabbetlerimizde, sohbetlerin en neşeli anlarında cümlelerimizin arasına sıkıştırıveriyoruz. Sevilen, hoşlanılan bir şeyi biraz mübalağa çeşnisiyle anlatmak için başvurduğumuz bu kalıplaşmış söz grubu ekseriyetle erkekler arasında söz dönüp dolaşıp bir güzele geldiğinde Heredot Cevdet misâli “Cillop gibi bir manita ya da cillop gibi bir kız.”denilir. Yeni bir eve taşınması gereken bir kişi gördüğü boş dairenin kaçırılmaması gereken güzel bir ev olduğunu ailesine anlatmada bu sözü kullanabilir. İyi de, ne demek bu cillop? Eki nedir, kökü nedir? Kaynağı nedir? Nerden gelmiş, nereye gider?

Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlüğü’ne, Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ine, Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’sine baktım, cillop” kelimesi bu sözlüklerde geçmiyor. Google ‘a danıştım; gençliğin kendi kafasına göre uydurduğu, hiç de hoş olmayan ve itibar edemeyeceğim müstehcen mânâlarla karşılaştım. Mâlum kelime için www.nisanyansozluk.com sitesinde “pürüzsüz ve yumuşak cilt,kaymak gibi,kaygan” anlamları verilmiş,ama kelimenin geçmişiyle ilgili hiçbir bilgi yok.TDK’nın www.tdk.gov.tr sitesinde ise izlerini aradığımız söz için “parlak, pürüzsüz,tertemiz” anlamları verilmiş. “Cillop gibi” deyimi de “parlak bir biçimde” olarak anlamlandırılmış. Bu açıklamaları tatmin edici bulmadım. Cillop gibi çocuk ifadesini TDK açıklamasına göre düşündüğümde bana hiç de anlamlı gelmedi.

Milletlerin alışkanlıkları, ilgileri, aşırılıkları kısacası kültürleri kullandıkları dile yansır. Yemeye, içmeye aşırı ilgi gösteren Türkiye insanının bu düşkünlüğü dilimize de aksediyor. Sevdiğimiz bir nesneyi anlatmak için bal gibi, kaymak gibi deyiveriyoruz. Çocuk severken : “Yerim ben onu.” diyerek istiare yoluyla minikleri sevdiğimiz bir yiyeceğe benzetiyoruz. Anlaşılan o ki bu cillop denilen nesne de yenilir, yutulur cinsten bir şey olsa gerek.

Cillop kelimesinin mâzisine yolculuk edebilmek için dilimizin geçmişi hakkında en güzel, en büyük, en derin kaynağa, yani dîvan şiirine başvurdum. Onun bana, doğru bilgiler fısıldayacağından emindim.

Beyit arşivimi karıştırdım. Üstünde durduğum kelimeye benzer bir söze ulaşmak hiç de zor olmadı: Cüllâb. Büyük bir merak ve iştiyak ile bu kelime için tekrar sözlüklere daldım. Tabi ki TDK’da bulamadım. Mehmet Doğan’da da yoktu. Yeni sözlüklerde aradığımı bulamayacağımı tahmin etmeliydim. Eskilere müracaat ettim. Ferit Devellioğlu, cüllâb için “gülsuyu” anlamını verirken cülâb maddesine yönlendirmiş. Onda da “gülsuyu ile ishâl veren bir şerbet” karşılıklarını kaydetmiş. İshal kısmını attım, şerbet kelimesine takıldım. İşte benim aradığım ipucu bu idi. Çünkü günlük hayatta kullandığımız cillop kelimesi ile şerbetin çok yakın ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Cüllâb kelimesi hakkında Kâmûs-i Türkî güzel bilgiler vermiş: “cülâb ( جلاب), farsça gül-âbdan(کلاب ) muarreb (Arapçalaşmış), bilgisiyle beraber gülsuyu ve müshil gibi kullanılan bir şurup.” açıklamasını yapmış. Demek ki kelimemiz Farsça gül-âb iken Arapça’ya cül-âb ve cüllâb diye geçmiş, Türkçemizde her iki şekliyle de kullanılmış. Hüseyin Atay’ın Arapça-Türkçe Büyük Lügâti’nde cüllâb ve cülâb şeklinde geçen kelimeye ilk olarak bal, ikinci anlam olarak gülsuyu verilmiş.

Lügatler cüllab’ın anlamı olarak gülsuyunda birleşiyorlar. Bazılarında müshil için kullanılan şerbet anlamı da verilmiş. Acaba hangisi? Bence hiçbirisi değil. Doğruyu bulmak için cüllâb kelimesinin geçtiği metinlere bakmakta fayda görüyorum.

16.asır şairi Sehâbî’ye kulak verelim:

Diler ağyâr zevk-i vuslâtı uşşâk hicrânı

Meges cüllâb arar pervâne ister nâr-ı sûzânı

(Sineğin gülsuyunu, pervânenin de yakıcı ateşi istediği gibi ağyâr, kavuşma zevkini, âşıklar ise ayrılığı diler.)

Lâtîfî Tezkiresi’nin günümüz Türkçesine çevrilmiş baskısında beyit böyle nesre çevrilmiş. Beyit nesre çevrilirken bağlam dikkate alınmamış, sözlük anlamlarına göre kelimeler anlamlandırılmış. Yanlış anlaşılmasın, kitabı hazırlayan hocamıza kusur izâfe etmek, eserde gözden kaçan bir noktayı kusur gibi göstermek benim haddim değil. Kalemin kırılsın, klavyem parçalansın ki böyle bir düşüncem yok.

Sinek, arı ve karınca gibi böceklerin şekerli yiyecekleri istila ettiğine çoğumuz şahit olmuşuzdur. Bu beyitte sineğin aradığı, arzuladığı cüllâb, gülsuyu değil, hoş-ab’dan değişme hoşaf gibi bir şerbet olmalıdır.

Şâirler sultânı Bâkî de söylediğim doğrultuda bir beyit binâ eylemiş:

Leblerinde hatın ey şîrîn dehen

Mûrlar cüllâbe düşmüş gûyyâ

(Ey ağzı tatlı olan sevgili, dudaklarındaki ayva tüyleri, şerbete düşmüş karıncalardır sanki.)

Cüllâb kelimesinin şerbet olduğunu gösteren metinlerden birisi de Serezli Kandî’nin kelimelerle büyük bir ustalıkla oynadığı şu güzel beyitidir:

Kande kandım ey sanem cüllâb-i la’lin kandine

Kim bana Kandî diyu bühtân edersin her nefes

(Ey put kadar güzel sevgili, kırmızı dudağındaki şerbetin şekerine nerede kandım ki Kandî(kandı) diye her an bana iftira edersin.)

Beyitteki anlama göre cüllâb içilen, şekerli bir tatlıdır. Gülsuyu ise içilmez ,bir koku olarak ellere ya da vücûdun belli yerlerine sürülür.

Zaten şairler cüllâb ile gülâbı birbirinden ayırarak şiirlerinde kullanmışlardır:

Yine Bâkî’ye kulak verelim:

Dûd-ı âhım ruhun hevâsıyla

Ebr olur yağdurur cihâna gül-âb

(Âhımın dumanı yanağını arzuladığı için bulut olup yeryüzüne gülsuyu yağdırır.)

Lâtîfî tezkiresinde şair dürri bahsinde bir lâtifeye yer verilir. Bu lâtifede Dürrî,Cüllâbî mahlâsını kullanan bir şerbetçiden ciğer yakan temmuz günlerinde bir beyit ile yardım istemiştir.Şerbetçi Cüllâbî bize bu kelimenin ne anlama geldiğini çok güzel bir şekilde haykırıyor. (1)

Getirilen delillerden de anlaşıldığı gibi cüllâb kelimesi, gülsuyu değil, bir tür tatlı ya da şerbettir. Bunları neden anlatmıştık? Cillop kelimesinin ne olduğunu ortaya çıkarmak için. Büyük bir ihtimalle cüllab kelimesi zaman için değişime uğrayarak cillop olmuştur.

Farsça gül-ab kelimesi, Arapça tesiriyle cül-âb ve cüllâb şeklini almış. Şekil değiştirdiği gibi anlam da değiştirmiş, gülsuyu iken bir çeşit tatlının adı olmuştur. Asırlar mâzîde kalınca bu tatlı unutulmuş, sadece adı şekil değiştirerek bugünlere gelmiş. Kelimemiz cüllâb iken cillop olmuş, bir deyim içinde gerçek anlamını yitirerek yaşamaya devam etmektedir.

Cillopun geçmişten bugüne değişimini anlatmaya çalıştım. Bitti mi? Galiba bitmedi. Çünkü bu kelime batı dillerine de geçmiş olabilir.

Redhouse sözlüğünde “jelly bean” (celibin) diye bir kelime gördüm. İçi jöleli fasulye şeklinde bir şekermiş. Bu benzerlik beni şaşkınlık içine hapsetti. Jöle kelimesi de benzer seslere ve anlama sahib. Acaba bu da mı bizim cüllâbdan geliyor? Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu’ndada “julep” kelimesi için “su ile zamktan mürekkep bir ilaç karşılığını veriyor. Allah Allah! Tabi bunlara bir şey diyemem.

Cillopun ne olduğunu yazmaya çalıştım. Cillop gibi bir yazı oldu mu olmadı mı bilmem, ama cillopun ne olduğunu artık bildiğimize eminim artık.

1- Kaba sözlere yer verildiği için zikredilen beyiti buraya alamıyorum. Meraklısı Lâtîfî Tezkiresi, Doç.Dr. Mustafa İSEN, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990,s.157. sayfaya bakabilir.

SARAY,ŞİİR VE ŞAİR

ŞAİR


Osmanlı pâdişahlarının ilme, sanata; âlim ve sanatkârlara ne kadar değer verdiklerini târihten biliyoruz. Sultanlar ve pâdişâh namzedi şehzâdeler en zorlu durumlarda bile âlim ve sanatkârları yanlarından ayırmamışlardır. Has dairede sırdaşları, dertdaşları; karşılaştıkları bir sıkınıtıyı çözmek için istişare ettikleri müsteşarları hep bu ilim ve sanat adamlarından olmuştur. Saltanat sahipleri, savaş hazırlıkları ve plânları yaparlarken bile bu ehil insanların ilim ve şiir sohbetlerini ihmâl etmemişlerdir. En neşeli anlarında, en hüzünlü zamanlarında, içinden çıkılamayan, kördüğüm meseleleri çözen; en derin acıları tatlıya bağlayıp hazanı bahara çeviren “hem neşâtın hem de gamın rûzgârını gören” bu ulu kişiler hep yanlarındaydı.

Cem Sultan, ölümün nefesini ensesinde hissederken en büyük destekçilerinden, yardımcılarından biri şair Seferihhisarlı Haydar Çelebi olmuştur. Bu şair; onun defterdarı, yol arkadaşı ve dert ortağı,(1) “ sıkıntının en şiddetli olduğu zamanlarlarda onun acısını paylaşan, dertlerini unutturan dostu idi.”(2) Târihin en meşhur şehzâdesine, minik yavrusu Oğuz’un ölüm haberini getirdikleri anda, Fâtih’in küçük, fakat derdi büyük oğlu, gazellerindeki kadar derin gözyaşı deryâlarına dalıp dalıp çıkmıştır. Cem’i bu dertli ânında Haydar Çelebi, teselli ve teskin etmek için ona samimiyet özlü şiirleriyle, inci mercan sözleriyle, dil ilminin bütün inceliklerini kullanarak kim bilir ne diller dökmüştü. Kara gün dostu bilge şair Haydar Çelebî olmasa bu gözyaşı sultânının şiirleri, çağlayan gözyaşlarıyla beraber akan zamana karışıp gidecekti. Biz de ondan haberdâr olmayacaktık.

Sekiz yıllık saltanatı at üstünde geçen, üç kıtada “ Ezân-ı Muhammedî’nin şehbâl açması için” kâh “Karabulut” kâh “Akbulut” olup koşturan Sultan Selim,en meşgûl zamanlarında bile ilim, irfân sâhibi şairlerle sohbet etmeyi ihmâl etmemiş ve bu keyifli sohbetlerden aldığı zevk ve ilhamla şiir yazmaktan da geri durmamıştır.
Ne yazık Yavuz Sultan Selim’in şiirlerinin dili Farsça’dır. Milletimiz ona kendi dilinde şiir yazdırmayı arzulamış olmalı ki başka şairlere ait olan birçok Türkçe şiiri, Sultan Selîm’e isnâd etmiştir. Bu durumla ilgili olarak Sehî Bey:”Câhil insanlar ona Türkçe şiirler isnâd ederler, ama o aslâ Türkçe şiir söylememiştir, bütün şiirleri Farsçadır.(3)”der. Bu mevzû hakkında Lâtîfî de Sehî Bey’i destekler mâhiyette bilgiler verir. Sultan Selîm bahsinde, Selîmî’nin olmadığı hâlde ona isnât edilen birkaç beyiti de bizlerle paylaşır. (4)Hatta şair Neşrî’nin anlatıldığı bölümde, adı geçen bu şaire ait bir şiirin yanlışlıkla Sultan Selîm’inmiş gibi gösterildiğini dile getirerek sözü geçen şiirin beyitlerinden örnekler verir:

“Gözlerimden aktı deryâlar gibi yaşım benim
Dôstlar çok nesne gördü onmadık başım benim

Geçmek için seyl-i eşkimden hayâlin askeri
Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşım benim” (5)

Kınalızâde Hasan Çelebi’nin tezkiresinde de Sultan Selim ‘den uzun uzun bahsedilirken şiirlerinden seçilen beyitlerde Türkçe tek beyit yoktur.(6)

Bu mevzû da nerden çıktı denilebilir. Konunun dışına çıktığımın farkındayım. Fakat dillerde hatta kalemlerde Sultan Selîm-i Evvel imzâlı Türkçe şiirlerin hâlâ dolaşmasından ötürü bu konuya, karınca kararınca açıklık getirmek istedim.

Sultan Selim’in Kastamonulu âlim ve şair Halîmî’yle Trabzon’daki şehzâdeliğinde başlayan bir dostluğu vardır. “ Halîmî’yi savaşta ve barışta dert ortağı olarak seçmişti kendine.Cihân pâdişâhının bir şairle dillere düşen dostluğunu şairlerden şöyle dile getirmiştir:

Ol pâdişeh ki ism-i şerîfi Selîm ola
Lâyık budur musâhibi anın Halîm ola (7)

Sultân Selîm pâdişah olduğunda Halîmî Çelebi’yi sarayın bahçe kapısında karşılamış, hâlini hatırını sormuş, berâberce saraya girmişlerdir. Sultân Selîm, hürmet ettiği bu ilim ve sanat adamına : “Her ne kadar saltanata nâil olsak da dostlardan uzak kaldık.”(8) diyerek onun kendi indinde ne kadar değerli olduğunu anlatmıştır.

Şiirden çok iyi anlayan Kânûnî Sultan Süleyman, kendi devrinde Bâkî’yi en büyük şair kabul ettiği için onu her zaman koruyor, ona ihsanlarda bulunuyordu. Hattâ Rumeli kazaskeri Hâmit Efendi ,Bâkî’nin Silivri Medresesi’ne tâyinini usûllere muvâfık bulmadığı için bu atamanın icrâsında tereddüt göstermiştir. Fakat kesin emirlerle Bâkî ‘nin, Silivri Medresesi’ne tayini gerçekleşmiştir. (9) Sultan Süleymân’ın takdirlerini kazanmış genç bir şairin, teamüllerin hiçe sayılıp bir medreseye atanması, şiir sanatına verilen ehemmiyeti ve bu sanatın o devirde nelere kâdir olduğunu göstermesi bakımından çok mühimdir.

Osmanlı ailesinin mensupları, şairleri koruyup onlara her türlü imkânı sağladıkları ve bu söz ustalarının, kelime işçilerinin şiirlerini okumaktan ve dinlemekten hoşlandıkları gibi, şiir yazmakla da pek yakından ilgilenirlerdi. Dîvân şiirine saray şiiri denmesinin sebebi bu olsa gerek. Bin yıllık bir edebiyatı, Osmanlı coğrafyasına sıkıştırmak doğru değilken, birilerinin bu aşk ve gönül lisânını Topkapı Sarayı’na hapsetmeye çalışması(10) sarayın yolunu dahi bilmeyen, hayatında İstanbul’a hiç gelmemiş olan şairlere haksızlık olmaz mı?

Sehî Bey, tezkiresinde şair sultan olarak verdiği ilk pâdişah Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Sultan Mehmed evlâdı Sultan Murâd’dır. (11) Lâtîfî’ye göre de şiir söyleyen ilk padişah odur. (12).Kınalızâde, kitabına Sultan Murâd’la başlar. Daha ilk cümlede hânedândan şiirle, kendisine üstünlük verenin evvelâ Sultan Murâd olduğunu söyler.(13)

İkinci Murâd, geleceğin Fatih’i olacak oğlu Mehmed’in en iyi şekilde eğitilmesi için her türlü imkânı seferber etmiştir. Bu iyi tedrîsât neticesinde Fâtih Sultan Mehmed ,Avnî mahlâsıyla bir dîvân meydana getirecek kadar şiir yazabilmiştir.
Şiirin tadını alan, bu sanatın ilmine vâkıf olup bu edebiyatın gerekliliğine inanan Fatih’ten sonra, şiir mecbûriyet hâlini almış gibidir. Aruz vezni ile binâ edilen bu sanat, hânedan mensupları arasında su içmek, yemek yeme gibi zarûrî ihtiyaçlardan biri olmuştur.Şiir, hayatın öyle bir parçası olmuştur ki mektuplaşmalar bile şiir hâlini almıştır.Fâtih’in büyük oğlu Sultan Bayezid , kendisine baş kaldıran kardeşi Cem Sultan’a yazdığı manzum mektubu ve Cem’in verdiği cevabı, bu devrin tarihini anlatan kitaplarda görmek mümkündür.Sultan Bayezid,isyânkâr kardeşine şöyle seslenir:

“Çün rûz-ı ezel kısmet olınmış bize devlet
Takdîre rızâ virmeyesin buna sebeb ne
Haccü’l-Haremeynim diyü da’vâlar idersin
Ya saltanat-ı dünye içün bunca taleb ne”

Cem Sultan da Sultan Bayezid’e şöyle cevap verir:

“Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenem külhen-i mihnetde sebeb ne” (14)

Sultan Bayezid ile Cem Sultan arasındaki mücâdeleyi şu mısralar bizlere bütün canlılığıyla ve çıplaklığıyla gösteriyor.

Zaman geçtikçe şiir, hayâtın içinde daha aktif hâle gelir. Soru sormak için bile şiir tercih edilir. Takrîben üç bin gazeli bulunan, Zâtî’den sonra en çok gazel yazan (15) şairlerden olan Kânûnî Sultan Süleyman şiiri günlük konuşma dili hâline getirmiştir: Karıncaların istilâ ettiği bir ağacı, bu dur durak bilmeyen çalışkan böceklerden kurtarmak için Ebussuûd Efendi’den şöyle cevaz istemiştir:

“Dırahta ger zarâr itse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca”

Ebussuûd Efendi’nin cevâbı da aynı vezin ve kâfiyeyle olur:
“Yarın dîvânına Hakk’ın varınca
Süleyman’dan alır hakkın karınca” (16)

Konuşma üslûbuyla yazılan şiirler tarih boyunca devam edegelmiştir.
Meşhur mektuplardan biri de Bağdad’ı İranlılardan geri almak için Irak’a giden Hâfız Ahmed Paşa, başarılı olamayınca Dördüncü Murad’a gönderdiği mektuptur:

“Aldı etrâfı adüv imdâda asker yok mudur
Dîn yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur

Dergâhı Sultân Murâd’a nâmemiz îsâline
Bâd-ı sarsâr gibi bir çâpük kebûter yok mudur”

14-15 yaşındaki Dördüncü Murâd, aynı vezin ve kâfiye ile Hâfız Ahmed Paşa’ya cevap yazar:

Hâfızâ Bağdad’da imdâd etmeye er yok mudur
Bizden istimdâd idersin sende asker yok mudur

Düşmeni mat etmeye ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmaya yer yok mudur (17)


Yukarıda söylendiği gibi Fatih Sultan Mehmet’ten sonra şiir; pâdişahların, şehzâdelerin hatta okuyup yazan herkesin olmazsa olmaz meşgûliyetlerinden biri olmuştur. Fâtih, devlet büyüyüp zenginleştikçe yakın ya da uzak devletlerdeki ilim, sanat ve gönül adamlarını İstanbul’a davet ediyordu. Bu vesîleyle ilim gelişiyor, İlim geliştikçe de şiir sanatımız da inkişâf ediyordu. Çünkü bahis mevzû olan ilim, fikir ve zikir sâhibi insanlar, şiir yazıyordu. Onlar bin bir zahmet ve emekle gece yarılarına kadar kafa patlatıp kaleme aldıkları beyitleri ilim temelleri üzerine binâ ediyorlardı. Bu da sanatı ilmîleştirmiştir. Şiir sanatının gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biri olan Fuzûli ,dîvânının önsözünde “İlimsiz şiir, esâsı yok dîvâr gibi olur.Ve esâssız dîvâr gâyet de bî-i’tibâr olur. (18)” diyerek bu sanatın özünde ilim olduğu söylemiştir.


Bizler bugün birçok devlet adamını şairlik yönüyle biliyor ve anıyoruz. Sultânü’ş-Şuârâ Bâkî devletin yargı mensuplarından idi. Bizler onu nasıl bir kazasker olduğuyla değil, şairliğinin büyüklüğü ile biliyoruz. Bâkî nasıl bir kazaskerdi? Dâvâları nasıl çözerdi? Mahkemede adam kayırır mı idi? Suçluları suçsuz gösterip mâsum insanlara cezâ keser miydi? Bunlarla ilgilenmiyoruz. Biz adı bu gökkubede “bir hoş sedâ olarak Bâkî kalan” söz sultânı ile alakadar oluyoruz. Vefat edip cenâzesi Fâtih Câmi’inde musallâ taşına konduğunda cenâze namazını kıldırıan Şeyhülislâm Sun’ullâh Efendi, Bâkî’nin :
“Kadrini seng-i musâllâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf”
beyitini okudu. (19) Şeyhülislâm; kazasker Bâkî’nin değil,Sultânü’ş-Şuârâ Bâkî’nin cenâze namazını kıldırmış,onun ardından gözyaşı dökmüştür. Halk, omuzlarda asık suratlı bir bürokratın değil,gönüllere ferahlık veren, güneş yüzlü,sünbül kokulu büyük bir şârinin tabutunu taşımıştır.

Kemal Paşa-zâde’nin sipâhî iken ilmiye sınıfına geçmesi, ilm ve sanata ne kadar değer verildiğine , Osmanlı Devleti’nin o devirde neden dünyanın en büyük güç olduğuna delâlet eder .
“Kemal Paşa-zâde 1492 yılında ikinci vezir Çandarlı Halil Paşa oğlu İbrâhim Paşa kumandasında Arnavutluk seferine genç bir sipahi olarak katılmıştır. Ordu Flibe’ye geldiğinde ,İbrâhim Paşa ,dîvânı toplantıya çağırmıştır.Dîvânda ileri gelen komutanlar toplanmış,herkes,protokol gereği,yerli yerince oturmuştu.O sırada içeriye ilmiyye kıyafeti ile bir şahıs girmiş,herkes vezirin huzûrunda ayağa kalkıp ona yer vermişlerdir.O da geçip ünlü kumandan Evrenosoğlu Ahmed Bey’in üstündeki yere oturmuştur.Bu zat günlük 30 akçe ile Flibe’de müderris olan Molla Lütfi-i Tokâdî imiş.Kemal Paşa-zâde bu müderrisin beyler üzerine geçirilip oturtulmasına çok şaşırmıştı.Kemal Paşa-zâde askerliği bırakıp Edirne Dârü’l-Hadisi’ne tayin olunan Molla Lütfü’nin derslerine başlamıştı.” (10) Osmanlı Devleti’ninin uzun ömürlü olmasının sebebi işte bu idi.Gücünü ilim ve sanattan alan bir devlet hem gücünü hem de ;halkı hangi dîne,mezhebe ve millete mensûb olursa olsun ,sevgisini kaybetmez.Halkı tarafından sevilen ve halkının hayır duasını alan bir devleti dünyadaki hiçbir güç yıkamaz.Çünkü halkın sevgisi Hakk’ın sevgisidir.Osmanlı Devleti,kalemi kılıçtan üstün tutan zihniyet sâyesinde dünyanın en büyük gücü olmuştu.Kılıç tutanın,kalem tutandan üstün tutulmasından sonra Osmanlı yerinde saymış ve hızla gerilemeye başlamıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi 16.asır şairi Zâtî’den sonra en çok gazel yazan şairleren biri Muhibbî mahlâsıyla şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman’dır.İlk öğrenimini Trabzon’da tamamlayan Sultan Süleyman,on beş yaşında Karahisar sancakbyeyi,daha sonra Bolu sancakbeyi olmuş ve oradan Kefe sancakbeyliğine tayin olunmuştur. (11)



Sultan Üçüncü Selîm,Şeyh Gâlib’in dizine başını yaslayıp ondan şiirler dinlediği,Dede Efendi’nin dizine başını koyup onun besteleriyle cennetlerlde gezindiği hep anlatılır.






Kılıç tutmayı öğrenen eller, kalem tutmayı da öğrenmek zorundaydı. Kalem tutmayı bilmeyen bir el, kılıcı ne kadar iyi sallarsa sallasın yarınlara kalamaz. Nice kumandanlar, devlet adamları vardır ki devirlerinin gönüllere korku salan kahramanlarıdır. Kim bilir ne kahramanlıklar, fedâkârlıklar yapmışlardır. Fakat onların yaptıklarını anlatan bir sanatkâr olmadığı için onların adları günümüze gelmemiş,târihin karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmişlerdir. “Kalem tutan ellere kurban olup” kendisi de kalem tutanlar,bugünlere geldiği gibi yarınlara da gideceklerdir.Onlar çok iyi biliyorlardı ki kalemin mürekkebi siyah olsa da; kalem,zifiri karanlıklara kafa tutan bir güneştir.








_______________________________________________________________________________

1- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.231.
2- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.313
3- Sehî Bey ,Heşt Behişt ,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1980,s.50.
4- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.79.
5- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.342.
6- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.207.
7-Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.84-94.
8- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.307-308
9-Prof.Dr.Köprülüzâde Mehmet Fuat,Eski Şairlerimiz Divan Şiiri Antolojisi,Muallim Ahmet Hâlit Kütüphânesi,İstanbul 1934.s.259-260
10-Ömer Salman, Divan Şiiri ve Kırılası Ön Yargı,Fatih Davutpaşa Lisesi Yordam Dergisi 2.Sayı,istanbul,2009.
11-Sehî Bey ,Heşt Behişt ,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1980,s.43
12- Doç.Dr.Mustafa İSEN, Lâtîfî Tezkiresi,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara 1990,s.68.
13- Dr.İbrâhim KUTLUK,Kınalı Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ,TTK,Ankara 1989,s.70
14-Dr.Halil ERSOYLU,Cem Sultan’ın Türkçe Dîvânı 1.Cilt,Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul 1981,s.20.
15- Prof.Dr.Mine MENGİ,Esti Türk Edebiyatı Tarihi,Akçağ ,Ankara 1997.s.168.
16-Prof.Dr.Âmil ÇELEBİOĞLU,Kânûnî Sultan Süleymân Devri Türk Edebiyatı,MEB,İstanbul 1994
17-Hilmi YÜCEBAŞ,Hiciv ve Mîzah Edebiyatı Antolojisi,Milliyet Dağıtım,İstanbul 1976
18-Fuzûlî,Külliyât-ı Dîvân-ı Fuzûlî,Ahter Matbaası,20 Rebi’ü’s-sânî 1308,s.5.
19- Prof.Dr.Köprülüzâde Mehmet Fuat,Eski Şairlerimiz Divan Şiiri Antolojisi,Muallim Ahmet Hâlit Kütüphânesi,İstanbul 1934.s.264-265


10-Prof.Dr.Ahmet UĞUR,Kemal Paşa-Zâde-İbn-Kemâl,Milli Eğitim Basım Evi,Ankara 1996.s.11.
11-Doç.Dr.Coşkun AK,Muhibbî Dîvânı,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987,s.1.

26 MART DÜNYA HIRSIZLAR GÜNÜ

Pek çok sayın hırsızlar,rüşvetçi arkadaşlar,
Kıymetli şerefsizler, pis suratlı dik başlar!

Hakkınızdır sevinin, bugün pek mühim bir gün;
Dünya hırsızlar günü, ey hırsızlar övünün!

Vurun, çalın, eğlenin bu gün yirmi altı mart!
Kul hakkı, yetim hakkı yemek bugün size şart!

Sömürmeye, çalmaya geldiniz bu dünyaya
Size karşı geleni hemen alın alaya

Rüşvetçiler nedense adamdan sayılırmış
Garipler şantaj ile bir servet bayılırmış

Hırsızlardan rahatsız birkaç utanmaz çıkmış
Dürüstler hırsızların azcık canını sıkmış

Bir hırsız gizli gizli toplantılar yaparmış
Dürüstlerin sözüne kıyametler koparmış

Hırsıza hırsız demek insanlara yasaktır
Namususuz rüşvetçiye laf atılmayacaktır

Rüşvetçiler kraldır, hırsızlar hep pâdişah
Şerefsizlik dininde hırsızlık olmaz günah

Doğrular yapayalnız hırsızlara destek çok
Mahkemeye giderim, doğru yoldan dönmek yok

İpini koparanlar bir yerleri doldurmuş
Gül gibi insanların yüzlerini soldurmuş


Batan gemi malları bunlar deyip satarsın
İnsanların gözünde lağımlara batarsın


Para para diyerek, kuruşları süpürmüş
Dur bakalım diyene kuduz gibi köpürmüş

Tabi ki köpürecek,elbette kızacağız
Dünya hırsızlar günü mezarlar kazacağız

Ölsün bütün dürüstler, kahrolsun pis doğruluk!
O zaman paracıklar akar hep oluk oluk!

Var imiş hırsızların bilmem kaç yüz dayısı
Kaybedecek bir şey yok bilsin hırsız ayısı

Dünyaları arkanda görsem vız gelir bana
Ey hırsız oğlu hırsız bütün sözlerim sana

Cehennemin dibine kadar git yolun açık
İster mahkemeye git, ister savcılığa çık

Hırsız cesaret bulmuş savcılığa gidermiş
Geri zekâlı kendi suratına edermiş

Ey hırsız seninkisi rüzgâra işemektir
Tuvalete yaptığı şeye diş bilemektir

Buyur mikrofon senin ey Zübük oğlu Zübük
Ötersin ciyak ciyak haksızsın bil ey düdük

24 Mart 2010 Çarşamba

KİTAPSIZ!

Kitap satan kitapsız, kitabına uydurur;
Korkutmanın, tehdidin kitapta yeri var mı?
Nice kitap devirdim, yok böyle kitapsızlık,
Kitapsever birisi böyle bir şey yapar mı?


24.03.2010

15 Mart 2010 Pazartesi

RÜŞVETÇİ-ZÂDE HARAM-ZÂDEOĞLU FÂCİ KÜÇÜK BEY

Avcılar'da bir mektep; bir müdür yardımcısı;
Umrunda mı anası, umrunda mı bacısı?

Sınıf sınıf dolaşır utanmadan dilenir;
Gariplerin bir lokma ekmeğine bilenir!

Bir bankadan kovulmuş, hemen öğretmen olmuş;
Gözü doymayan "it"in cebi bir ayda dolmuş!


Dinden hiç hoşlanmazdı, küfrederdi durmadan;
İçi rahat etmezdi, inançlara vurmadan!

Dinde rüşvet olsaydı olurdu onda îmân;
Din rüşvete düşmandır, Fâci de dîne düşman!

Ne oldusya o günler birden değişiverdi;
O sahtekâr, nâmussuz sanki îmâna erdi!

Siyaset rüzgârına göre sendikası var
Eskisiyle bozuşur,yeniyle arası var!


Şikâyet edilince ayakları dolaştı;
İki rekât kılınca başı göğe ulaştı!

Allah belânı versin, seni gidi şarlatan!
Allah cezanı versin,ey şerefsiz kaltaban!

Allah seni kahretsin,boktan bıyıklı hayvan!
Allah lanet eylesin sana her gün her zaman!

Arabası rüşvetle, evi çalıp da aldı;
Yazlığı dikmek için sömürmek bir kuraldı!


Bir gün derse girmişti ve sınıfa demişti
"Beş isteyenler gelsin, bu tarafa." demişti.

Beş isteyen var ise on liracık getirsin;
Daha çok ister isen fiyatını bilirsin.


Yarın para getiren sözlü notu alacak;
On lira getirmeyen sınıfında kalacak.

Paraları topladı, odasını kapadı;
Rüşvetçiye çıkmıştı o şerefsizin adı!


Dersaneler okula test kitabı gönderdi;
Satmak için hepsini saklardı iç ederdi!

Para toplamak için bahane bulurdu hep
Korkuturdu herkesi listesi olurdu hep

Sıkıysan para verme tekme tokat girerdi;
"İt" diye bağırdı mı öğrenciler titrerdi!

Bastırdıkça bastırdı, çocukları kıstırdı;
Para para diyerek velileri ısırdı!

Onun şerrinden ise şeytanın şerri yeğdir
Şeytanlık ülkesinde Fâcî, bey oğlu beydir!

Sınıfları patates soğan gibi soyardı,
İtiraz mümkün değil, düşüneni oyardı!

Bir gün vekil müdürlük fırsatı bulmuştu o;
Muavinlik yetmedi, müdürlük çalmıştı o!

13 Mart 2010 Cumartesi

RÜŞVETÇİLERİN AZİZ RUHUNA(!)

Bu manzûmeden anlatılanların hepsi bir hayâl mahsulüdür. Hiçbir gerçeklik payı yoktur.
Bu sözler 18.yüzyılda yaşadığı hayâl edilen ZEBÂNÎ isimli bir şairin ağzından yazılmıştır.
Bu manzumede hiçbir özel, tüzel ve "güzel" bir kişi ya da kurum muhatap olarak alınmamıştır.
Kimsenin manzumeme yorum yazmasını istemiyorum. Yorum yazana da bir şey diyemem. Kendisinin bileceği iştir.




Adam olan insanda hayâ olur, ar olur;
Bir kişi nâmusuyla, şerefiyle var olur.

Öğretmenlik bir meslek; bu, gözlerde bir makam
Mevkiini kullanmaz haysiyetli bir "adam."

Ne bir isim söyledim ne kimseyi zikrettim;
Rüşvet almadığıma yüz bin kere şükrettim!

Kızgınlığım rüşvete, sözlerim rüşvetçiye;
Üstüne alınırsın, anlamadım ne diye?

"Bal tutan parmağını yalamasın." diyorum;
Ben bunu ta ezelden beri hep söylüyorum!

Ne var bunda kızacak, sebep ne köpürmeye?
Söyleyin karşı koymak yanlış mı sömürmeye?

Ben adâlet diyorum, sen rezâlet diyorsun;
Ben hakkımı ararken, sen durmadan yiyorsun!

Siyasi kulis yapıp sağda solda atarsın;
Şu böyle böyle deyip her fırsatta çatarsın.

"Hakkımız verilmiyor." diye atıp tutarsın;
Garibanın hakkını happur huppur yutarsın!

"Grev yapalım dersin, meydanlarda yatalım;
Hakkımızı arayıp hep beraber çatalım(!)"

Hakkın da hukukun da lafını hiç etmeyin;
Hakkını arayanın adını kirletmeyin!

"Rüşvete karşı çıkmak ülkeyi bölmek imiş."
Leş kargasının işi bu söze gülmek imiş.

Konuş yavrum, sen konuş;rüşvet hakkımızdır de
Harama alışmışsın ne kadar "çok" yersen ye!

Tacizciyle rüşvetçi her yerde el eledir;
Yedikleri bir gider bu dünya hep böyledir!

Tacizciler utanmaz her zaman diktir başı;
Onun o pis suratı kırk yıllık helâ taşı!

Ne bir damla su görmüş ne de sifon çekilmiş;
Çünkü bir ömür boyu o durmadan "çok" yemiş!



Namusluyu hiç sevmez Zübük oğlu Zübükler
Şerefsizliği şeref sayar iğrenç dümbükler

Aziz Nesin görseydi vazgeçerdi yazmaktan
Kalemini kırardı kendisine kızmaktan

Sizden haberdar olsa Zübük-zâde İbrahim;
Kahrından şöyle derdi:"Ben rüşvetçi değilim!"

"Rolüm gereği bile ben o kadar yemedim;
Böyle rüşvet yemeyi hiç hayâl edemedim."

Rahmetli Kemal Sunal, size ne derdi mâlum;
"Eşşeğe selam edin, ona kurbân olurum."

Ey büyük heccâv Nef'î deniz suyun bol olsun
Şunlara bir küfret ki cehenneme yol olsun!

Ey kılıç dilli Eşref, gelip gör arsızları;
Sözlerinle doğrardın şerefsiz hırsızları!

Ey Neyzen neyin sussun sen konuş durma küfret!
Neyin varsa hep sakla, çalarlar çekme zahmet!

Ey Zihnî gülme yine, suratın asık dursun!
Hayırsız hırsız yine çalıp çalıp kudursun!

"Dünya, böyle alçaklık görmemiştir mâzide
Ne Cengiz'de bu vahşet ne de vardır Nazi'de!

Sırtlanlar hiçbir zaman karnı tokken saldırmaz;
Ama bunlar aç gözlü, fakir der de aldırmaz!

Avı yakalayınca hemen cebe saldırır;
Şerit gibi dilini yırtık cebe daldırır.

Ne çıkarsa kâr olur hemen dilini sallar;
Dokonduğu her şeyi siler süpürür yalar!

İz bırakmaz ardında, minareyi çalmıştır,
Ama yüz bin garibin ahlarını almıştır!

Bütün ahlar çığ gibi yuvarlansın çok olsun!
Sahtekârlar altında kalıp kalıp yok olsun!



Öğrenciyi av görüp onu çiğ çiğ yiyene!
"Kursuma gelmeyenler hiç geçemez." diyene!

Mesleğimi ayaklar altına düşürene!
Öğrenci esnsesinde hep boza pişirene!

Öğrenciyi, veliyi bankamatik görene!
Garipten çaldığıyla gidip keyif sürene!

Gençleri para için tehditlerle ezene!
Fakirin parasıyla belde belde gezene!

Yola düşmek yoluyla öğrenciyi yolana!
Kitap satan kitapsız falana da filana!

Ana avrat sövsem az, bunu herkes işitsin!
Yaradan, semâlardan başınıza "iş etsin!"

Her hakkı şahsıma aittir. Nâmussuzların aleyhime delil olarak kullanması ve dosyalaması için müsâde verebilirim.